Kastamonu’nun geçmişine bir seyahatname aracılığıyla yolculuk etmek, tarihin derinliklerine uzanan keyifli bir deneyim sunuyor. 19. yüzyılın Kastamonu’sunu, bir İngiliz seyyahın gözünden yeniden keşfetmek, o döneme dair birçok detayı gün yüzüne çıkarıyor.
Seyahatnamenin yazarı, 1807-1896 yılları arasında yaşamış cerrah, jeolog ve coğrafyacı William Francis Ainsworth. Ainsworth, farklı disiplinlerde uzmanlaşmış bir entelektüel olarak, dönemin Avrupa’sında sıkça rastlanan çok yönlü bilim insanlarından biri. Seyyahın kaleminden aktarılan gözlemler, 1830’ların Kastamonu’sunun sosyal ve kültürel yapısını canlı bir şekilde günümüze taşıyor.
Ainsworth’un 1836-1838 yılları arasında gerçekleştirdiği geniş kapsamlı araştırma gezisi, dönemin Osmanlı topraklarını, günümüz Türkiye, İran, Ermenistan ve Basra Körfezi'ni kapsıyor. Bu zorlu yolculukta ona, Russlle ve Rassam adındaki iki yoldaşı eşlik ediyor. Ainsworth, yolculuğunun notlarını 1842 yılında iki bölüm halinde yayımlıyor.
Dönemin yabancı seyyah ve araştırmacıları, imparatorluk içinde seyahat edebilmek için İstanbul’daki saraydan izin alıyorlardı. Saraydan verilen bir fermanla, gittikleri yerlerdeki vali, paşa ve diğer resmi yetkililerden gerekli hürmet ve yardımı görüyorlardı. Seyyahların, genellikle bölgeleri iyi bilen ve her eyalet veya kentte değiştirilen yerel mihmandarları da bulunuyordu.
Ainsworth, 1838 sonbaharında Kastamonu’ya ulaştığında, gözlemlerini dikkatle not alıyor. İstanbul’dan başlayan yolculuğunda İzmit üzerinden Karadeniz sahili boyunca ilerliyor ve Filyos’tan iç kesimlere yöneliyor. Önce Safranbolu’ya varan Ainsworth, buradan Eflani üzerinden Daday’a geçiyor. Jeolog ve coğrafyacı kimliğiyle, gezisi boyunca sık sık jeolojik ve coğrafi gözlemler yapıyor. Ancak araştırmacı kimliğiyle de geçtiği bölgelerin nüfus, sosyal yapısı, ekonomisi ve toplum hakkında kıymetli bilgiler sunmayı ihmal etmiyor.
Ainsworth, Eflani’den çıkıp Daday (Dadahi) Ayanlığı’na ulaştığında, dört saat süren bir atlı yolculuğun ardından Daday kaza merkezine varır. Ayanın evine misafir olan Ainsworth, burada misafirperverlikle karşılanır. Ancak ayan, ilçede çıkan büyük bir yangın nedeniyle olay yerine gitmiş olduğundan evde değildir.
Seyyah, o dönemde ayanlığa bağlı 24 köy bulunduğunu ve bölgede mısır, tütün ve Fransız fasulyesi ekiminin yaygın olduğunu kaydeder. Buna karşın, üzüm ve bağcılık faaliyetlerinin yapılmadığını belirtir. Ayrıca, Daday’ın Bizans Dönemi'nde Dadybra Piskoposluğu olarak bilindiğini yazsa da, günümüzde bu antik yerleşimin Devrek olduğu bilinmektedir.
Seyyah, ertesi gün yola çıkarak kuzeye yönelir ve Arabacılar Köyü’ne (Arabahchi-lar) doğru ilerler. Ardından Geriş Köyü’ne doğru yol alır. Bölgede bulunan yüksek kaliteli arduvaz-kayrak taş ocaklarına dikkat çeker. Bu taşların oldukça değerli olduğunu, İstanbul’da kullanıldığını ve Avrupa’dan ithal edildiğini belirtir. İlerlemeye devam eden araştırmacılar, Cürümören, günümüz Çayözü Köyü’ne (Jurimaran) ulaşır. Burada muhtarın evinde konaklayan seyyah, sabah olduğunda yeni atların sağlandığını gözlemler. Ancak köylülerin, özellikle de kadınların, anlaşılmaz bir tepkisiyle karşılaşan seyyah, buna rağmen Devrekani (Daurikan) Irmağı boyunca yolculuklarına devam eder.
Seyyah, günümüz Ağlı ilçesi sınırlarına girerek derin bir vadiyle çevrili Dere Köy (Dereh Koi) mevkiine ulaşır. Günümüzde bu isimle anılan bir köy bulunmamakla birlikte, bölgedeki köylerin silah çakmaktaşı ürettiklerini not eder. Bu durum, özellikle Gölcüğez ve çevresindeki köylerde çakmaktaşı üretiminin, özellikle düven taşı yapımının günümüze kadar yapıldığını doğrular.
Seyyahlar, ilerleyişlerini günümüz Azdavay-Ağlı sınırındaki Selmanlı (Salmanlı) Köyü’ne doğru sürdürür. Ancak yerel mihmandarları, asilik yaparak bölge hakkında hiçbir bilgi vermez ve köy isimlerini de söylemez. Yolculukları sırasında karşılaştıkları bir genç, kısa süreli mihmandarlık yaparak onlara iyi davranır. Bu esnada, Ainsworth, üzerinde kale benzeri bir kalıntının bulunduğu tepede bir işaret verir. Bu kalıntı, günümüz Ağlı ilçe merkezi ve hemen üzerindeki Ağlı Kalesi olabilir. Selmanlı’yı geçtikten sonra yönlerini değiştirerek Oluközü Köyü’ne (O’lunjeh) akşamüzeri varırlar. Ancak asıl hedefleri Küre olduğu için karanlık çökmesine rağmen yollarına devam ederler.
Geniş ormanlık alanlar arasında ilerlerken, silahlı insanlarla karşılaşan seyyahlar, bunların kaçak ya da eşkıya olabileceğini fark eder. Mihmandarları, seyyahlara “Gawur” diyerek onları baştan savar, ancak eşkıyalar seyyahlara zarar vermezler. Gece boyunca ilerleyerek, saat 21.00 civarında Küre’ye (Kureh ya da Bakır Kurehsi) varırlar.
Kureh
Küre’de sabahın erken saatlerinde, mülki amirle görüşmeden önce çevreyi dolaşan seyyah, gözlemlerini kaydeder. Küre’yi, dağlarla çevrili etkileyici bir yer olarak tanımlar. Yakın zamana kadar türbesi bulunan Bakır Sultan’ın bulunduğu tepenin oldukça etkileyici olduğunu, eski madencilik faaliyetleri nedeniyle eteklerinin kırmızıya büründüğünü ifade eder. Seyyah, ilçenin Kızıl-Kara Dağ, Kirnak Dağı ve Kaza Yusof Dağları ile çevrili olduğunu belirterek, yükseklerden bakıldığında bir yanda Alkas (Ilgaz) Dağı, diğer yanda ise Karadeniz’in görülebildiğini yazar. Ayrıca, günümüzde Ersizleredere Kanyonu olarak bilinen bölgenin (Arsizler Kaya), kireçtaşı uçurumlarıyla dikkat çekici bir yapıya sahip olduğunu da not eder.
Küre'nin mülki amiriyle yapılan görüşmenin ardından, seyyahımız devlet madenlerini gezmek için izin almış olsa da, mülki amir misafirlerine karşı pek sıcak davranmaz. Yine de madenleri inceleme fırsatı bulan seyyah, maden sahasında 16 fırının bulunduğunu ve bazı fırınların su değirmeniyle çalışan körüklerle beslendiğini belirtir. Maden galerilerinin bir kısmının çöktüğünü, diğer kısmının ise su dolduğunu ifade eden Ainsworth, iş gücünün mahkûm ve zorunlu işçilerden sağlandığını aktarır.
Madenlerin tarihi hakkında da bilgi veren seyyah, bu madenlerin özellikle Candaroğlu Beyliği’nin son döneminde yoğun bir şekilde kullanıldığını vurgular. Sinop Prensi olarak adlandırdığı Candaroğlu İsmail Bey’in, İstanbul’un fethi sırasında madenlerden gelen gelirlerle Fatih Sultan Mehmet’e yardımcı olduğunu ifade eder.
Kentte, günümüzde Akşemseddin Camii olarak bilinen çok güzel bir cami ve yaklaşık 200 yoksul madenciye ait evler olduğunu belirten Ainsworth, genel olarak ilçenin yoksul, işsizlik oranının yüksek ve harabe durumda olduğunu not eder.
Gün boyunca incelemelerini tamamlayan araştırmacılar, Küre’yi Tırnak Dağı üzerinden geçerek terk eder ve İkizciler Köyü üzerinden Devrekâni’ye doğru yol alırlar. Bir süre sonra Devrekâni Ovası’na ulaşan seyyah, bölgedeki köy yoğunluğundan ve ekili arazilerin fazlalığından bahseder. Bölgede 40 köy bulunduğunu belirten seyyah, buradan ayrıldıktan sonra ağaçsız bir yoldan ilerleyerek Kastamonu’ya varırlar.
Kastamonu: Hareketli Bir Şehir
Kastamonu’daki ilk gününe, valiyi ziyaret ederek başlayan Ainsworth, valiyle yaptığı konuşmalar sırasında şehrin ekonomik sorunlarına ve yönetimsel zorluklara değinir. Vali, ülke ekonomisinin gelişmesi için yeni kaynaklara ihtiyaç duyulduğunu ve yerel yönetimlerde valilerin sık sık değiştirilmesinin uzun vadeli projelerin gerçekleştirilmesini engellediğini belirtir.
Kastamonu’yu detaylı bir şekilde gözlemleyen Ainsworth, şehri şu şekilde tanımlar:
“Kastamonu büyük, kalabalık ve oldukça hareketli bir Türk şehri. Şehir, bulunduğu vadiyi tamamen kaplamış. Batısında ise Hisar Ardı (Hisarardı) olarak bilinen yoğun yerleşim görmüş bir banliyö yer alıyor. Kayalık uçurumun üzerinde ise eski bir kalenin kalıntıları var.”
Ainsworth, şehrin nüfusu ve yapısı hakkında şu bilgileri aktarır: “Kastamonu’nun toplamda 12.000 evi ve 48.000 nüfusu var. Şehirde 110 Yunan evine ve 20 Ermeni evine rastladık. Yunanların Vaftizci Yahya’ya adanmış küçük bir kilisesi, Ermenilerin ise dua etmek için kullandıkları bir hanı bulunuyor. Şehirde 36 minare ve 24 hamam mevcut.”
Kastamonu’nun başlıca ticaretini oluşturan yün, Angora (Ankara Kaşmiri) üretimiyle yarışacak kalitede olduğu söyleniyor. Şehirdeki erkekler genellikle bakır işçiliğiyle uğraşırken, kadınlar ise Adana’nın Cilicia bölgesinden getirilen pamukları işleyerek yelken bezi üretir ve bu ürünler İstanbul’a gönderilir. Ayrıca, Kastamonu’da pamuk baskı ve deri tabaklama faaliyetleri de yapılır. Deri tabaklama işlemi özellikle Tash Köprü (Taşköprü) bölgesinde ön plana çıkmaktadır. Bölgedeki 22 baskı evi ve 22 boyama evi, her biri 4 ila 8 pres bulunan baskı makineleriyle çalışır. Boyama evlerinden 6’sı kırmızı, 16’sı ise mavi boya üretir. Ancak, burada yalnızca 2 tabakhane bulunmaktadır. Kastamonu’da üzüm yetiştiriciliği yapılmaz, bunun yerine şarap Tosiyyah’dan (Tosya) temin edilir. Pirinç ve ipek ise Tosiyyah ve Boi-abad’dan (Boyabat) getirilirken, karpuzlar ise Tash-Kopri ve Gök Irmak’taki bahçelerden temin edilir.
Şehirde 4 sabit tekke ve 2 gezici derviş bulunuyor. Kastamonu Kalesi ise kaba yapısıyla dikkat çeker ve kayalık bir alan üzerinde yer alır. Yapımında kumtaşı kullanılmış olup, kireç ve çakıl karışımından yapılmış harçla inşa edilmiştir. Kalenin üç yuvarlak kulesi 50 feet yüksekliğindedir; bir kulede ise kiremitler kullanılmış ve dış duvar daha özenli yapılmıştır. Kalenin planı, Mr. Russell’in çizdiği haritaya göre kare şeklindedir; uzunluğu 414 feet, genişliği ise 60 feettir. Kastamonu’nun eski tarihi, kale kalıntılarıyla kendini gösterir. Antik çağda, Kastamonu, Constambol veya Kastambol olarak biliniyordu. Eski araştırmacıların bir kısmı, şehri Germanicopolis olarak adlandırmışsa da, modern çalışmalarda şehir Castamona olarak gösterilmektedir. Bu adın, muhtemelen Castra Comnen'in kısaltması olduğu düşünülmektedir.
Kastamonu, her zaman Türklerin hâkimiyetinde olmuş ve uzun süre Pahsa ikametgahı olarak kullanılmış. Ancak, günümüzde mevcut sultanın ekonomik reformları çerçevesinde, Angora Pasha’nın altındaki mütesellimin koltuğu burada konumlanmıştır.
Bir yüzyıldan daha kısa bir süre önce, Hıristiyanlar Kastamonu’dan uzaklaştırılmış ve Gökırmak yakınlarındaki Gaur Köyü (Gavur Köyü-Hacıbey Köyü) bölgesine yerleştirilmiştir. Buradaki Hıristiyanlar, şehirde ticaret yapmalarına rağmen, kiliseleri bulunmamakta; yalnızca eski mezarlıkları mevcuttur. Ancak, II. Mahmud (28 Temmuz 1808 – 1 Temmuz 1839) bir ferman çıkararak, onlara bir kilise inşa etmeleri ve ölülerini atalarına ait topraklara gömmeleri için güvence sağlamıştır.
Kastamonu, Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri olmamakla birlikte, ticaret açısından da önemli bir merkez değildir. Şehirdeki evler genellikle bakımsız ve zayıf yapıdadır; birçok yeni cami ve kışla yükseliyor olsa da, eski ve bakımsız binalar daha fazladır. İki katlı evler dahi hastalıklı bir görünüme sahiptir. Dar ve kirli sokaklar, şehir merkezinden geçen derin bir kanal ile temizlenir ve tüm atık sular bu kanala dökülür.
Şehirde veba hastalığı sık görülmemekle birlikte, daha çok malarya (sıtma) salgını yaygındır. Bu hastalık, ölümcül bir tip olarak bilinmektedir.
Taşköprü’ye Yolculuk: Ainsworth’un 1830’lardan Günümüze
Kastamonu’daki incelemelerinin ardından Taşköprü’ye doğru yolculuğuna devam eden Ainsworth, bölgenin yoğun tarımsal faaliyetlerle meşgul olduğunu belirtmiştir. O dönemde fotoğraf bulunmadığı için, seyyahlar gözlemlerini genellikle gravür adı verilen çizimlerle kaydederdi. Ainsworth da, Taşköprü'nün bir gravürünü çizmiş ve ilçenin o dönemki görünümünü 1830’lardan günümüze taşımıştır.
Ainsworth, Taşköprü’yü ilk olarak ilçeye adını veren taş köprü ile tanımlar. Ancak bu betimleme, günümüzdeki bilgilere ışık tutan çarpıcı bir içeriğe sahiptir. Ainsworth, köprünün uzunluğunu 75 yard (yaklaşık 68 metre) olarak verir. Ancak, bu 68 metrelik köprünün 4 kemerli olduğunu ve seyyahın ilçeyi ziyaretinden kısa bir süre önce, 2 antik kemerin kaldırılarak yerine daha kötü işçilikle yapılmış 3 kemerin eklendiğini belirtir. Bu bilgi, 1818’de Fransız konsolosu Pascal Fourcade’in, Taşköprü’nün antik Pompeopolis kenti olduğunu kanıtlayan notlarıyla doğrulanmıştır.
Köprünün tarihi hakkında ise farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda, bu köprünün Candaroğulları Beyliği döneminde, Yağmur Bey’in oğlu Ali Bey tarafından 1366 yılında Celalettin Beyazıt adına yaptırıldığı iddia edilmektedir. Ancak, Yıldırım Beyazıt’ın 1391’deki bir seferinde, Bizanslı paralı askerlerden bir soylunun yazdığı mektupta, köprünün Roma dönemine ait sütunlarla süslendiği belirtilir. Türk mimarisinde sütunlarla süslenmiş köprüler bulunmamakta, bu da köprünün inşa tarzının antik dönemlere dayandığını işaret eder.
Bunun yanı sıra, günümüzdeki 7 kemerli Taşköprü’nün aslında yakın dönemde şekillendiği anlaşılmaktadır. 1830’lara kadar 4 kemerli olan köprü, zamanla 5 kemerli hale gelmiş ve daha sonra 7 kemere ulaşmıştır. Seyyahlar, köprünün yapımında tamamen antik parçaların kullanıldığını, yani devşirme malzemelerin tercih edildiğini de kaydeder. Bu mimari özellikler, geçtiğimiz yıllarda yapılan restorasyon çalışmalarında da gözlemlenmiştir.
İlçeye varan seyyahları, mülki amir karşılar ve kendilerine konaklama imkânı sunar. İlk geldikleri günde misafirperverlikle ağırlandıkları belirtilir. Şehirde, 1500 ev, 10 minare, 2 han ve 1 hamam bulunduğu rapor edilir. Nüfusun büyük bir kısmının deri tabaklama ve demircilik gibi el sanatlarıyla uğraştığı ifade edilir. Seyyahların en dikkat çekici bulgusu ise, ilçenin her köşesinde görülen antik kentten kalma (Pompeiopolis) devşirme parçaların izleridir. Bu izler, ilçenin geçmişine dair önemli ipuçları sunmaktadır.
İlçe girişinde yer alan bir medreseyi ziyaret eden seyyahlar, medresenin yapısında antik çağdan kalma taşlar ve parçalar kullanıldığını gözlemler. İçeride de yine antik kalıntılar toplanmıştır. Bu medresenin, günümüzde ulaşılmayan Muzaffereddin Medresesi olduğu belirtilir. Seyyahlar, medrese çevresinde ve ırmak boyunca buldukları antik yazıtları okuyarak, bölgenin antik Pompeiopolis kenti olduğuna dair önemli kanıtlara ulaşırlar.
Taşköprü’deki incelemelerini tamamlayan seyyahlar, kuzeydoğuya doğru yolculuklarına devam ederler. Ilik Dağı (Işık Dağı) sınırlarına giren seyyahlar, Khazine Köi’ne (Hazinedaroğlu Köyü) ulaşırlar ve burada antik çağdan kalma bir kaleyi ziyaret ederler. Kaleye, Kız Kal’ahsi (günümüzde Kız Kalesi) adı verilmektedir. Doğudaki yolculuklarına devam eden seyyahlar, muazzam bir orman manzarasında ilerleyerek Boyabat’a doğru yol alırlar.
Not: Murat Karasalihoğlu'nun, William Francis Ainsworth'un kitabından faydalanarak kaleme aldığı bir yazıdan yararlanılarak haberleştirilmiştir.