Kitapların canına okuyanlardanım(!) İşkencenin her türlüsünü bilen ve uygulama sırasında haz duyan cellat gibiyim. Elime aldığım ve okumaya başladığım kitaplara, bir kuyumcu ustasının değerli mücevhere gösterdiği özeni gösterenlerden olmadım. Kasabın kestiği hayvanın her parçasını değerlendirdiği gibi ben de okuduğum kitaplara aynı işlemi uygularım.
Kitapların çığlık atma yetenekleri olsa, oturduğum semtin sakinleri beni Ankara’da işlenen cinayetlerin tek ve gerçek müsebbibi olarak, tereddüt etmeden, içlerinde şüpheye yer bırakmadan polise ihbar ederlerdi. Öyle ki teşhis etmeye bile gerek duymazlardı. Hatta seri cinayetler işleyen bir katil olarak anlatmaktan çekinmezler, katilin ben olduğum konusunda anlaşırlardı.
Okuduğum kitapların sayfalarına notlar alırım, kendimce anlamları olan semboller ve emojiler koyarım, birçok cümlenin altını kalemle çizerim, bazı paragrafları koskoca parantez içine alırım. Bazı cümleleri, önemli gördüğüm benzetmeleri defterime not ederim. Benim elime düşüp de bu zulümden kaçıp kurtulan kitap sayısı azdır. Onlar zulmümden bir süreliğine kurtulmuşlardır. Çünkü bir an önce okuyup bitirme arzum, kitabın canına okuma alışkanlığımın önüne geçer.
Bu kitaplardan biri bir süre önce elime geçti. Süt beyazı bir kapak, ortasında kısık gözlü bir Türkmen ağasının, yarım asır önce çekilmiş, siyah beyaz fotoğrafı. Türk Edebiyatı Vakfı’nın Hâtırat serisinin ilk kitabı. Klasik kitap ebadından büyükçe ve 550 sayfa. İlk sayfasından itibaren Torosların havasıyla kokusuyla okuyucuya selam duran bir kitap… Torosların görgüsünü, bilgisini, asaletini hatırlatan, Türkiye’nin yoksullukta dip yaptığı günlere götürüp hüzünlere gark eden bir kitap…
Kitaplığımdaki sehpanın üzerine koyduğum kitap, orada bir aydan fazla, sessiz sedasız bekledi. Aslında sessiz sayılmazdı; bıraktığım andan itibaren gözlerimin içine bakıyordu. Israrlı bakışlarının karşılıksız kalmayacağını bilen bir çapkın gibiydi.
Dayanamadım, elime aldım, sayfalarını karıştırdım. Mizanpajı da kapağı gibi özenliydi. İçindekiler bölümüne göz atmak isterken benim hayali kahramanlarımın piri Don Kişot ve uşağı Sanço Panza ile yel değirmenlerinin minik bir çizimiyle karşılaşınca dünyalar benim oldu. O resmin benzeri, bir İspanya gezisinde aldığım ve masamdaki eşyalar arasındaki yerini koruyan zarf açacağımda vardı. Kitap elimde, balkona geçtim, okumaya başladım.
Yazar, ön söz yerine “Bu kitap üzerine” başlığını tercih etmiş ve bir Türkmen türküsüyle giriş yapmış:
Kahpe felek değirmenin döndü mü,
Bağın bahçan sular ilen doldu mu?
Ben yaparım, sen yıkarsın bendimi,
Döne döne nöbet bana geldi mi?
Bu türkü, kitabın özeti diyebilirim.
Kitabın adı: “Arif Ağa’nın Tuz Değirmeni-Bir Türkmen Ailesinin Sıradışı Öyküsü.” Yazar Kâmil Uğurlu, “Bu kitap bir ailenin öyküsüdür. Anadolu’nun ortasında birçok benzerinin bulunduğu bir aile” demiş. Bugün Türkiye’de yaşı 60-70’e erenlerin büyük bölümü, kitaptaki olayların benzerlerini yaşamış kişilerdir. Ki onların babaları, anneleri, kendilerine ve çocuklarına olan güvenleri ve kavî imanları ile “takalarını” selâmetle sahile ulaştırdılar. Onlar hayatın hem dehşetini hem ihtişamını yaşadılar.
Elimdeki kalemi bıraktım, kitabı sımsıkı kavradım. Okudum, okudum, kaç saat geçti bilmiyorum ama, Ankara semalarında saba makamında sabah ezanları başladı. Kitap bitmişti ve hiç bir hasar almamıştı. Sadece iki sayfanın kesimi yapılmamış, onları da Don Kişotlu zarf açacağımla açtım. Molayı da bu sırada verdim.
Bazı insanları tanımadığınız için hayıflanırsınız. Çünkü bilirsiniz ki onlar sizin ruh ikizlerinizdendir. Görgülerinden, bilgilerinden, ilimlerinden nasiplenmek istemişsinizdir ama olmamıştır. Kâmil Uğurlu benim için böyle biridir. Hiçbir zaman yolumuz kesişmedi, bir mecliste bir arada bulunmadık. Yaşıt değiliz, benden bir hayli büyük.
Kâmil Uğurlu, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde mimarlık eğitimi gördü, Türk mimarlık sanatı dalında doktora yaptı. TOKİ Başkanlığı, Başbakanlık müşavirliği, öğretim üyeliği, Karaman Belediye başkanlığı görevlerinde bulundu. Şehir ve Medeniyet’te şiirleri ve denemeleri yayımlanıyor. Türkiye’de şehrengiz geleneğini yaşatan yazar, Konya, Karaman, Eskişehir, Kahramanmaraş, Hatay şehrengizlerini yazdı. Hepsi birer şaheser, kalemini şehirlerin ciğerine ve insanların yüreğine bandıra bandıra yazıyor.
“Arif Ağa’nın Tuz Değirmeni” bir seyahat kitabı gibi, Konya‘yı gezdiriyor, İstanbul‘u anlatıyor. Çanakkale’den Kırklareli’ne maceralı ve aşkla dolu bir yürekle yolculuk ediyor, Almanya’nın işçi evlerinden, Suudi Arabistan‘ın çöllerine, Kızıldeniz kıyısında karavanlı bir hayata konuk oluyorsunuz. ABD’nin önemli şehirlerinde kısa turlar atıyorsunuz.
Kitap adeta portreler geçidi. Karşınıza siyasilerden gâh Demirel gâh Özal, gâh Adnan Kahveci veya bir dönemin popüler isimleri çıkıyor. Ya da daha yakın dönemden Nimet Çubukçu, Ömer Dinçer, Lütfi Elvan… Entelektüel kesimin öncüleri Turgut Cansever, Sâmiha Ayverdi (Torunu Hilâl Hanım, Kâmil Uğurlu’nun oğlu Kutay’la evlendi ve Uğurlu ailesinin gelini oldu), Sedat Hakkı Eldem, Sennur Sezer, Behçet Necatigil… Bürokratlar Sami Selçuk, Mehmet Önder, Mustafa Keten… ABD’nin ünlü doktoru Mehmet Öz‘ün babası cerrah Prof. Dr. Mustafa Öz, Prof. Dr. Halil Cin, Konya’nın meşhur hocaları Tahir Büyükkörükçü ve Derbentli Mustafa Efendi… Sanatçılar Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel, Baha-Güzin Boduroğlu…
Kitap, Arif Ağa’nın adını almış ama “serüvenin esas kızı“, “efsanelerden bir kadın“, “Omurga olup kocasını ayakta tutan” anne Fatma Hanım. Yayla yolunda bir “dede ağacı” sırdaş edinen Fatma Ana sanki hepimizin annesi.
“Anne olağanüstü bir kadındı. Dirayetli, ehl-i kıble, harika bir Türkmen kadınıydı. Okuma-yazma bilmezdi. Fakat hayatı su gibi, ezberinden ve ezgiyle okurdu.”
Fatma Hanım, “Kocasının zaman zaman arkadaşı, hocası, fakat her zaman selîm bir akılla, kararlı, dik duruşlu, sâdık, akıllı yoldaşıdır. En umutsuz zamanlarda bir filika bulan, icat eden, kaptanı ve tayfaları kurtaran kişidir.”
Kâmil Uğurlu‘nun kalemi çok güçlü, meziyetlerinden biri, soft bir anlatıma sahip olması. Dili de öyle; yumuşak ve saygılı. Yazı sahibine benzemezse bir kara lekeden başka şey değildir. “Arif Ağa’nın Tuz Değirmeni” ile düz yazıyı da zirveye taşımış bir yazar var karşımızda. Onunla, şiirlerinin doruklarında gezindiğimi de belirtmeliyim. Öyle olaylara yer vermiş ki, okurken yüreğiniz cız ediyor. Yürek dağlayan öyküleri ve okurken gülmekten kendimi alamadığım “Ne Yedik de El Yıkayalım” sözünün geçtiği bölümler unutulacak gibi değil.
Bir kez daha anladım ki, “İnsanın anayurdu çocukluğu“ imiş. Ve bir yazar çocukluğundan 80 yaşına kadar olan bir dönemi bu kadar mı derin anlatırmış.
NOT: Kubbealtı Lugatı Misalli Büyük Türkçe Sözlük (Bazıları Ayverdi Sözlüğü demeyi tercih ediyor) Kâmil’in bir anlamını, “İlim, fazilet ve hüner sahibi, mânevi meziyetleri bakımından belli bir olgunluğa erişmiş kimse. Aklı başında, ciddi (kimse)” olarak vermiş. Kâmil Uğurlu, adının anlamını karakter olarak üzerine giyinmiş bir gönül eri. Arif Ağa’nın Tuz Değirmeni‘nde onun rintmeşrep haline tanık oldum ve o kalıba inkılap edişinin serüvenini okudum.